Jerome Bel ile Popüler Müzik Eşliğinde Rakı Sofrası…

Hande Topaloğlu
Jerome Bel’in çağdaş koreografi sahnesinde önemli bir yer kazanan eseri The Show Must Go On (Şov Devam Etmeli), yerli bir kadro ile İstanbul’da iki gün boyunca seyiriciyle buluştu. Bu buluşma –önceden deneyimlediklerimizden farklı olarak- seyirciyi seyircilikten, performansçıyı bakışın nesnesi olmaktan çıkaran gerçek bir buluşmaydı. Jerome Bel’in dediği gibi, performansa açılan “delikler” [1] sayesinde izleyiciye oturduğu koltuğu dar getiren, bilindik edilgen/sessiz seyirci algısını alt-üst eden farklı bir iş deneyimliyoruz.
Kapıların kapanmasıyla karanlık bir sahne ve bangır bangır müzikle başlayan performans garip bir şeyler olacağının ilk sinyallerini veriyor. Çalınan tüm parçaların dünya çapında tanınan popüler müzik parçaları olması seyircilerin yaşına göre değişiklik gösteren bir bellek gezisine çıkarıyor herkesi. Kimi zaman hep beraber söyleniyor şarkılar, kimi zaman sahnedekilerle beraber dans ediliyor kimi zamansa karanlıkta çakmaklar yakılıyor, pek duygusal anlar yaşanıyor.
Bir kısmı dansçı olan sahnedeki yerli kadro eskilerden tanıdığımız bu şarkılara bugünden yeni bir görsel imge çiziyorlar. Çoğunlukla keyifli –ve hatta kahkahalı- bu seyirlerin ardında ise hem bildiğimiz şarkılara görsellik kazandıran eğlenceli koreografiler hem de bu şarkılara benzer tepkiler vermemize neden olan kollektif belleklerimiz yatıyor. Titanik’in meşhur My Heart Will Go On şarkısında, Come Together’a, Yellow Submarine’den Show Must Go On’a kadar genişleyen bu yelpaze, bizi en “popüler” yerimizden vuruyor. Günümüzde ulus-aşırı piyasaların sermayesine hizmet eden popüler kültürün kendimizdeki inşasına tanıklık etmek, üstüne üstlük bu tanıklıktan pek keyifli kolektif bir eğlence çıkartıyor olmak bu “popüler” yanımızla ilginç bir yüzleşme imkanına teşne. Bu anlamda The Show Must Go On’un bu ahvalinin, arkadaşla geçirilen keyifli bir rakı sefası hissiyatını anımsattığı söylenebilir.
Hem gittiği ülkelerde yerli kadrolar oluşturmasıyla hem de seyirciyle bu kadar ortaklaşıyla, her seferinde kendini dönüştüren, değiştiren bir performans The Show Must Go On. Bu anlamda her seferinde oluş halinde bir iş olduğunu da söyleyebiliriz. İDANS’ın bu seneki temasının “işte” olduğu düşünüldüğünde, seyircinin işin hem üretim hem de tüketim öznesi olarak konumlandığı bu performans, sanatsal üretimlerin/işlerin niteliği konusunda bir çok soruyu da barındırıyor.
İçerdiği veya doğurduğu anlamlar bakımından seyirci sayısı kadar zenginleşen bu performansta, bu anlamlar havuzunda bir çok ortak duygulanımı barındıran, sahnenin olduğu bir ortamda deneyimlemeye alışkın olmadığımız farklı bir “estetik” deneyimlemek mümkün. Ancak, belirttiğim gibi, sahnede United Colors of Benetton-vari bir imgeye sahip olan kadronun varlığı ve aynı imgenin popüler müzik kültüründeki karşılıkları, duygulanım dünyamızın bunca inşa edilmişliğini de apaçık ifşa ediyor. Tereddütsüz keyifli bir akşam sunan The Show Must Go On’un bu inşa üzerine eleştirel ve düşünümsel bir sürece evrilmesinin tek olanağı ise, böylesi bir deneyimin sahneli bir ortamda gerçekleşiyor olması. Bu performans da, sanatsal üretimin mekanı olarak “sahne”ye ve “sanat” beklentisine yeni bir anlam yüklüyor.
[1] Eylül Akıncı’nın Jerome Bel ile gerçekleştirdiği röportajdan alıntı, tanıtım broşüründen.