Aynalı ve Çıkışsız Pencere

Hande Topaloğlu
Tiago Rodrigues’in yönetmenliğini yaptığı beş kişilik Mundo Perfeito topluluğunun Bir Pencere Açılsaydı isimli performansı, en az topluluğun ismi kadar ironik çağrışımlarla dolu, yaratıcı bir fikrin eseri. Ancak zannımca Bir Pencere Açılsaydı’da eleştirinin odağında – tanıtım metninden ve performansın başlarında edindiğim ilk izlenimlerimden farklı olarak – medya veya medyanın toplumsal işlevi değil de dil ve birey arasındaki ikircikli ilişkiyi bulmak daha mümkün. Zira performans boyunca bilgi, anlam ve dil arasındaki bağlar ilginç konuşmalara konu olurken, medyanın bu bilgi ve anlam üretimindeki/yeniden-üretimindeki ve duygu politikalarındaki işbirliğine, medyanın bu aracılık işlevini üslenirken iktidarla olan hukukuna değinilmeden geçilmiş olması eleştirinin odağının medya dili/estetiği olmadığını anlamama yetiyor.
Bir Pencere Açılsaydı’nın derdi ise farklı. Perforformansta duygular, dil ve anlam arasındaki ilişki absürd sayılabilecek bir kurgu dahilinde aktarılırken; burada medyanın rolü, içeriği oluşturan bu hikayeyi, gündelik duygulanım örnekleri üzerinden izleyiciye aktarmanın bir aracı olmak. Duyduğumuz konuşmalar alışıldık olmasa da, kullanılan dilin yapısı ve ekrandaki görüntüler bizdeki bildik “televizyon haberi” algısını uyandırıyor. Televizyon haberleriyle izleyiciye sunulan “haberler” ve “olaylar” ise Portekiz’de son zamanlarda ortaya çıktığı belirtilen kurgusal “dil krizi”nin ütopik olduğu kadar distopik ve hatta parodik anlatılarından oluşuyor. Bu dil krizi, dile olan inancın ve güvenin yok olmaya yüz tutması açısından distopik, yeni bir dil tartışmaları bakımından ütopik ve krizin semptomları düşünüldüğündeyse (senkronsuzlaşma; ağız hareketi ve sesin senkronunu yitirmesi gibi) parodik bir hal alıyor. Öyle ki insanlar artık bazı kelimeleri kullanmayı reddediyor, hükümetler bu konuda yeni yasalar çıkarmak istiyor, kelimeler değişmekte olan duyguları anlatmaya yetmeme başlıyor ve anlamlar muğlaklaşıyor. Performanstan aklımda kalan güzel bir örnek, meclisteki yeni dil tartışmalarında bir vekilin, insanların birbirine karşıt yapılandırılmalarından dolayı “güven” ve “şüphe” duygularını birarada yaşadıklarında hislerini ifade edemediklerini, yeni dilin bu karşıtlığı yıkması gerektiğini söylemesiydi. Böyle bir kriz anında apoletli siyasetçilerin “bilmiyorum” demeyi “devrimci” addederek iktidarlarını her durumda meşrulaştırmaları ise parodik bir eleştiriyi barındırıyordu.
Yeni dil tartışmaları sürerken, dil anlamsızlaştıkça sessizliğe gömülen insanlar düşünmek üzerine düşünmeye başlıyor, içlerine kapanıyorlar. Konuşurken görmeye alıştığımız haber spikeri bile sessizleşiyor ve halktan biri oluyor, mesleki kimliğinden soyunuyor. Söz/ses bireyin sosyalleşmesini, susku ise yalnızlaşmayı/içe dönüşü sembolize ederken, susku halinde farklı kimlikleriyle başbaşa kalan spikerin parodik iç-muhasebesine tanık oluyoruz. Birey-toplum ve susku-konuşma arasında kurulan kadim diyalektik ilişkinin diyalogları sonrasında performansçılar sonuçsuzca sahneden ayrılırken seyirciye de bir düşünme payı bırakıyorlar.
Mundo Perfeito’nun farklı sıfatlarla etiketlenmiş ayran şişelerini seyircinin isteğine göre dağıtmaktan oluşan zekice tasarlanmış reklamsız reklamları ise, reklamsızlık konusunda sahnedeki titizliklerini aratmayacak nitelikte.
Bir Pencere Açılsaydı gösteri sonrasında seyirciyi bir çok soru ile başbaşa bırakması bakımından beni cezbetti. Mesela dil ve birey arasındaki bu çıkışsız ilişkiyi medya aygıtından hareketle irdelerken, medya gibi koca bir gücünün dilini ve dille ilişkisini eleştirmemek, performans içre bir paradoksa işaret ediyor olabilir mi sorusu hala aklımdadır. Zira sekronsuzluk noktasına ulaşmasa da ara ara “dil krizleri” yaşayan ben, Bir Pencere Açılsaydı’daki eleştiriyi bir medya eleştirisi olarak değil dil ve birey arasındaki yapısal ilişkinin parodik bir eleştirisi olarak görmek taraftarıyım ve bu medyayı “samimiyeti” nedeniyle olumlamak noktasında ise çekimserim.