“Bir pencere açılsaydı” sessizliğe

Ayşe Draz
“Dünyamın sınırları kelimelerim kadardır.” Ludwig Wittgenstein
Dilin sınırlarının felsefe gibi belli alanlarda çoktan sorgulanmaya başladığı günümüzde, yaşanmakta olan sözel/dilsel kriz eğer çok daha geniş bir kitleye hitap eden akşam haberlerine konu olsaydı bu neye benzerdi? Elbette ne sadece “kelimeler” yeterdi durumu anlatmaya ne de akşam haberlerinin yer aldığı televizyon gibi bir medya gereci kendi aracı olan görsellikten vazgeçebilirdi…
Tiago Rodrigues’in, mükemmel bir dünya anlamına gelen “Mundo Perfeito” adlı grubuyla Garajistanbul’da sahnelediği “Bir pencere açılsaydı” adlı işi, izleyicisini, tam da böyle bir sözel/dilsel krizi simule etmek üzere kurguladığı gösterinin karşısında konumlandırıyor. Sahnede, sandalyelerine oturmuş iki kadın ve iki erkek oyuncu, arkalarındaki projeksiyona yansıyan akşam haberlerinden alınmış görüntüleri, yansıyan görüntülerdeki konuşmalara eşzamanlı olarak oyunun kurguladığı bir “sözel/dilsel kriz” bağlamında seslendiriyorlar. Aktarılan hikâye uçak kazası geçirenlerin ve yakınlarının bazı kelimeleri artık kullanamamalarıyla başlayıp telaffuz edilen sözcüklerle dudak hareketlerinin eşzamanlılığını kaybettiği bir sözel/dilsel krizin hikâyesi. Hikâyenin aktarımı ise, kaydedilmiş görüntülerdeki dudak hareketleriyle eşzamanlılığı yakalamanın görüntüleri seslendiren oyuncular için bir zorunluluk ve zorluk teşkil edeceği bir düzenekte gerçekleşiyor.
“Bir pencere açılsaydı”, günümüzde her türlü gösterimde sık sık rastladığımız ancak bazen anlamlandıramadığımız ve çoğunlukla bir efekt yaratmanın ötesinde izleyicisine farklı bir deneyim sunmayan projeksiyon kullanımını, zekice gösteriye dâhil etmesi açısından başarılı bir örnek. Aktarılan hikâyenin içeriği ile projeksiyon kullanımını performatif bir neden olarak kullanan aktarım biçimi, birbirlerine gönderme yaparken aynı zamanda, canlı icra ile kaydedilmiş görüntüler gibi, birbirilerini tamamlıyorlar. Ancak oyuncular bu eşzamanlılığı her zaman ustalıkla gerçekleştiremiyorlar ve kulaklıklarının izleyiciden gizlenmemiş olması, her ne kadar onların haber spikeri olarak rol karakterlerinin bir göstergesi olarak yorumlanabilecekse de, izleyicisini icranın samimiyetini sorgulamaya yönlendirme tehlikesini barındırıyor.
Programında da belirtildiği gibi, “Bir pencere açılsaydı”nın özellikle ikinci bölümünde ele aldığı bir diğer (hatta programına bakılırsa asıl) mesele ise, , bize “bir gerçeklik önerisi” sunan akşam haberlerinin “kamusal söylemi” yerine, sessizliğin içinde bireylerin iç dünyasına bir pencere açılsaydı ne duyabileceğimizi, “sahnenin insancıl boyutu” aracılığıyla aktarmak. Ancak bu açıdan ele alındığında gösteri, kurgu-gerçeklik, kamu-birey, ses-sessizlik, canlı-medyatize edilmiş performans gibi ikili karşıtlıkları, üzerlerinde farklı bir öneride bulunmadan veya onları yenilikçi bir şekilde problematize etmeden, vasat bir şekilde yeniden düşünsel olarak yapılandırmış oluyor.
Gösterinin ilk bölümü, televizyon haberlerinden aşina olduğumuz bir reklam arasıyla sonlanıyor. Reklam mekanizmasının işleyişini pek de yenilikçi olmayan bir biçimde tiye alan bu reklamlar bölümünde oyuncular, içinde ayran olduğunu belirttikleri, üzerinde ürünün alıcısına pazarladığı sıfatları ifşa eden beyaz şişeleri izleyicilere, hangisine sahip olmak istediklerini sorarak dağıtıyorlar. Ancak bu etkileşim, zaten reklam mekanizmasına dair böylesine bir farkındalığı olmayan izleyici için bir farkındalık yaratma gücünden yoksun.
İkinci bölümde sözel/dilsel krizin nasıl bir sessizlik salgınına sebep verdiği aktarılıyor ve projeksiyondaki salgına yakalanmış ana haber spikerinin sessiz görüntüsünü, kısa süren bir sessizlik ardından, sahne üzerindeki oyuncular seslendirmeye devam ediyorlar. İzleyici adeta, bu sessizlik salgınına yakalanmış haber spikerinin iç sesini ve onun anlattığı sıradan, bireysel aşk hikâyesini duyuyor. Ancak oyun tam da bu noktada, önceki bölümde içine yerleşmiş gözüktüğü daha karmaşık yapıdaki teatral biçim ve düşünsel çerçeveyi kırarak, kendini basite indirgemiş oluyor.
Belki de, “Bir pencere açılsaydı”, ilk bölümünde teatral biçimiyle de başarıyla simule ettiği sözel/dilsel kriz gibi bu kriz karşısında getirdiği öneriyi de gerçek bir sessizlikle simule etseydi, izleyicisine de düşüncesinin sınırlarını genişletebileceği daha geniş bir alan bırakmış olurdu…