Skip to content

Dolap’tan We Need to Move Urgently/Acilen Hareket Etmemiz Lazım’a: Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan ile Söyleşi

Ceren Can Aydın

18 Mart 2015

Taldans’ın kurucuları, dansçıları Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan ile 4 Mart’da Salt Galata’da sergiledikleri en eski, en uzun soluklu koreografilerinden biri Dolap ve 31 Mart- 1 Nisan tarihlerinde Moda Sahnesi’nde sergilenecek olan en son işleri We Need to Move Urgently/Acilen Hareket Etmemiz Lazım üzerine konuştuk. Filiz’in Eskişehir, Mustafa’nın Bomonti ve benim Beyoğlu’ndaki evimden ‘bağlandığımız’ Skype söyleşisi yer yer bağlantı sorunları kimi zaman da Filiz’in kızı Dea’nın müdehaleleri nedeniyle kesintiye uğrasa da yaklaşık 50 dakika süren sohbeti, daha sonra devamını getirmemiz gerektiğine karar vererek bitirdik.

Dolap kaç yaşında?

Mustafa Kaplan : 2000’de çıktı Dolap.

Filiz Sızanlı: 2000’den önce diye biliyorum ben. 1998 Aralık mı, 99 mu?

M.K: 99 Aralık canım, Dulcinea1‘da yapıldı. Uyumlama diye bir oyunun içinde kısa bir bölüm olarak çıktı. 15 dakika kadar, Uyumlama oyunun içinde, Dulcinea’da 99 Aralık’ta. Hatta 2000’in Ocak’ı da olabilir. Koreografisini ben yapmıştım ama oyunu Filiz ve Ömer Uysal’la beraber yaptık. Hatta Uyumlama‘da Serap Meriç ile Duygu Güngör de dans etmişti. Böyle Aralık’tan Ocak’a geçerken. Dolayısıyla 15 yaşında filan.

Kaç kere sergilendi?

M.K: Aslında o sayı bizim internet sitesinde (www.taldans.com) var. Net sayıyı söyleyebiliriz.

F.S: Evet ama ondan fazlası da olabilir. Sitede şehirler var, sayı olarak yok. Bazı şehirde iki kere de oynadığımız oluyor. Elli şehirde, ben yüz elli kere oynadığımızı sanıyorum. Yüz üstündedir yani.

M.K: Evet, aslında on beşten fazla ülkede oynamışızdır.

Sergilediğiniz diğer ülkelerde de alışıldık tiyatro sahnesi dışındaki mekanlarda oynuyorsunuz değil mi?

M.K: Ağırlıklı olarak tiyatro sahnelerinde oynadık, festivallere davet edildik ama işte bazen farklı konseptlerde de oynadığımız oldu.

F.S: Sokakta, parkta.

M.K: Sokakta, parkta oynayabilir misiniz dedikleri oldu. Sadece çocukların olduğu bir festivale davet ettiler, orada oynadık. Yaş grubu oniki, onüçü geçmiyordu yani, izleyici o yaşlardaydı. Nasrettin Hoca Şenlikleri’nde oynadık ama Tokyo Dans Trianeli’nde de oynadık. Farklı farklı yerler yani.

Aslında bambaşka bir kaygıyla oynuyorsunuz değil mi her yeni mekanda? Salt Araştırma’nın fuayesi tiyatro salonuna göre daha sıkışık, çok seyircinin içindeydi. Nereden gideceğim-geleceğim, idare edebilecek miyim gibi kaygılar yok muydu?

F.S: Aslında Salt’taki sorun yerle ilgili değil, orada prova alamadık. Kütüphane olduğu için kapatamadılar, sessizliği de bozmamak için prova alamadık. Direkt çıkıp yaptık. O yüzden seyirci tahmin ettiğimizden daha fazla bize yakındı. Dolap oyununda risk faktörü var. Bizim için sakınca olmasa da mekan ve oradaki seyirci için tehlikeli. Yoksa biz seyirciye yakın olmayı seviyoruz. Dolabın kendi sınırını geçmemesi gerekiyor. Ama Salt’ta tam sınırdı, yani güvenlik sınırının tam içinde.

M.K: Aslında ilk çıktığında Dulcinea’da çok yakındı seyirciye. Orada zaten ilk 15 dakikalık bölümü vardı. Sonra biz bunu tiyatro sahnesi için geliştirdik. 50 dakikaya filan çıktı sonra kıstık, 40 dakikaya indi. O mesafe biraz açıldı tiyatro sahnesine uyarlandıktan sonra ama orjinali zaten seyirciye yakındı. Farklı mekanlara çağırıldıkça biz o mesafeyi uzattık, kısalttık. Sahnede olunca seyirci önden seyrediyor. Tiyatro sahnesindeyken frontal kurguladık oyunu ama mekan değiştikçe de orjinaline döndük.

IMG_0340

O zaman en farklı deneyim Salt’takiydi, değil mi? Çünkü insanlar üst katlardan, tepeden de baktılar bu sefer.

F.S: Evet, yukardan daha önce seyirci almamıştık. Dört tarafı, üç tarafı açık olmuştu. Salt’taki gibi tepeden, balkonlardan içini gören olmamıştı.

M.K: Bir de tabii Dolap‘ı Salt Galata’daki ‘arşiv’ bağlamında oynadık. Salt Araştırma’ya gelen izleyici onbeş yıllık bir oyununun sadece videosunu değil kendisini de görsün istedik.

Hatırladığım kadarıyla Garaj İstanbul’da da gördüm Dolap’ı. Koreografide artık ekleme ve çıkartmalar yok sanki. Dramaturjisi de belli değil mi? Oturmuş bir iş bu ve yaklaşık 40 dakika kadar.

F.S: Evet. Aslında beş altı yıl belki de on yıl oturmadı. Hep böyle bir şeyler ekledik. Saadet Türköz vardı, caz şarkıcısı. O girdi çıktı. Bantlar, vs. filan. Hatta oyunun içinde bir videosu yerleştirmesi de vardı. Ama bir yedi sekiz yıldır bu haliyle oynuyoruz.

Dolap’ı ilk yaptığınızda neydi mesele? 15 sene sonra bunu söylemek zor ama. Yani çok ağır-künt bir nesneyi alalım ve bununla hareket imkanlarını araştıralım sorusu dışında sizi bir buzdolabı ile çalışmaya iten neydi? Niye masa değil de buzdolabı mesela?

M.K: O zaman ben Şehir Tiyatrosunda TAL2‘de çalışırken enerji dramaturjisi, iş yapan beden vs. böyle şeyler üzerine çalışıyorduk. Ve aynı zamanda hem fiziksel olarak hem de fizik kuralları üzerine çalışıyorduk. Duvara gidip geldiğimiz bir oyun vardı. İşte ‘yansıma, çarpışma’ vardı. Düşme, momentum, çarpma… Fizikle ilgili her şey. Yansıma gibi şeyler kullanıyorduk. Bir yerden bir yere taşınma esnasında dolap en büyük objedir. İki işçinin bir merdivende bir dolabı indiriyor olma hali. Yani o dar merdivenlerden iki kişi onu nasıl tutar da indirir? Bu benim için etkileyici bir resimdi. Bizim merakımız olan ‘iş yapan beden’, ‘enerji dramaturjisi’ ile de uyumluydu. Önce biz bir mekanda dolabı alıp bir yerden bir yere taşımayla başladık. Sonra o taşıma esnasında baktık ki dolap kendi kendine düşüyor, yuvarlanıyor filan. Bunu işin içine almaya başladık. Kendiliğinden bir vücut girdi işin içine. Aslında birbirimizle çalışmadık, daha çok bedenle buzdolabının karşılaşması. Ve bir bina içinde buzdolabı da büyük bir obje. Bizde biraz mimari bir algı da yarattı. Küçük olsa elinle filan da bir şeyler yaparsın ama büyük olunca bir alan yaratıyor, mekan yaratıyor. Üstüne çıkabiliyorsun, üstüne alabiliyorsun. Dolayısıyla iş bedenle mimari ilişki konusuna kaydı.

IMG_0302

F.S: Bir de Dulcinea’da tavan da alçaktı. Yani kutunun içinde kutu gibi bir şey olmuştu o zaman. Bir obje, beden ve mimarinin ilişkisi çıktı ortaya. İçi, dışı, etrafı…

M.K: Salt’takinin güzel tarafı, Salt’ın mimarisiyle de olan ilişkisi. Bu sefer iş halindeki beden ile mimari ilişki ve Salt’ın mimarisi arasında bir ilişki kuruldu. Bizim de hoşumuza gitti o yüzden. Seyircinin yukarıdan aşağıya doğru bakması vs.

F.S: Mesela objeyle ilişkimiz de şu; ben dolabı Mustafa’ya atıyorum, Mustafa bana atıyor filan. Objeyle olan ilişkimize bakmıştık. Benim Mustafa ile doğrudan ilişkim değil, daha indirekt bir ilişkiydi baktığımız.

M.K: Yani direkt Filiz’le birbirimize dokunmuyoruz, biz bir şey yapmıyoruz. Bir aracı olan dolap var.

F.S: O yüzden dolap ilişkinin merkezine yerleşiyor.

M.K: Olay düet olmaktan çıkıp trioya dönüşü aslında. Dolap da bunun önemli bir aktörü haline geldi.

F.S: Mesela bizim son dönem işlerde daha çok oyunculuk var diyebiliriz; sahnede farklı olma, farklı duruşlar. Belki tiyatro dememek lazım ama sadece enerji dramaturjisi, bedenin mimariyle, başka bir bedenle ilişkisi değil. Yeni işte yüz, text, ses, vb. unsurlar var. Ama Dolap‘ta mesela -hala düşünüyorum- bedenin o tür teatral ifadeleri çok dışlayan bir tavrı var. Yani birileri iş yapıyor ama ‘onu orada kim yapıyor’un önemi yok. Yani onu koruduk biz baştan sona. Kostümler bile delik deşik oldu, değiştirmedik.

M.K: Bir eşitlik var tabii. Hepimiz dolapla aynı ilişkiyi kuruyoruz. Ama sesi kullanıyoruz. Hem dolabın sesi var, hem bantların sesi var. Hem bizim nefeslerimiz var. Çok yoğun bir şekilde, herhangi bir acting yapmadan, belli bir kurmacayı oynuyoruz.

Evet, ses dramaturjisi önemli. Salt dışındaki daha sessiz ve ışık unsurunun daha az olduğu mekanlarda bu ses etkisi olduğu gibi hissediliyor. Çok net bir müziği var aslında Dolap’ın. Özellikle Filiz’in koli bandıyla dolabın etrafında döndüğü bölümde iyice ortaya çıkıyor.

F.S: O dolabın devinimi bir ses getiriyor tabii. Salt’da mermerleri kırmayalım diye alta küçük bir izolasyon malzemesi koyduk yumuşatmak için ve ses dolayısıyla absorbe oldu. Aslında klasik tiyatrolarda oynadığımızda o büyük ses yankılanıyor. Dunk, dunk, dunk… Burada olmadı.

M.K: Bir Fransız müzisyen kaydetmişti bütün oyunun sesini. Kendine ait bir müziği var sizin oyunun diye.

F.S: Ama Salt’ta oyun sırasında da fark ettim çok duyulmadı yani.

İlk defa Salt’ta izleyen bir arkadaşım benim için güven meselesiyle ilgili bu oyun dedi. Dolap’ı insanlar genel olarak nasıl algılıyorlar?

F.S: Lourel ve Hardy’e benzeten vardı. Sonra Pollock’ın Buzdolabı ve iki adamla yaptığı bir kısa filmi varmış.

M.K: Buzdolabı değil o.

F.S: Pardon gardırop, ona göndermeler yapan oldu. İşte aslında o absürt, tuhaf ilişki yüzünden sinema dünyasına çektiler, sessiz sinemanın dönemlerine.

M.K: İlk Dulcinea’da yaptığımız zaman Emre Koyuncuoğlu “dolap benim için bir tabut” demişti. 1999’da İzmit Depremi olmuştu ve Emre İzmit’te tiyatro yapıyordu. İnsanlar kendi backgroundlarından bakıyorlar, yani yoruma açık. Oyunu bir kadın ve bir erkek oynadığı için de genellikle bir evlilikte, bir ilişkideki problemler gibi algılanıyor. Biri kadın, biri erkek ve bir ev…

F.S: Evlilik, evlilik kavgası vs. diyen de oldu. IMG_0334

M.K: Ama oyuna ekstra herhangi bir şey giydirmediğimiz için, bir metin olmadığı için daha soyut bir şey aslında. Bir şey giydirmediğimiz için insanlar kendi imgelemlerini oyuna giydirebiliyorlar. Tabut olabiliyor, başka filmlerdeki imajlara benzetiyorlar.

F.S: Yani soyut ama bir sürü imgeler ve imajlar var. O yüzden de herkese kendi kurgusunu yaratması için bir alan sağlıyor bence.

O yüzden de onbeş senedir Dolap’tan pek sıkılmıyoruz galiba, değil mi? Gerçekten de bir takım simgeler, imgeler var ama çok farklı yönlerden de ilişki kurulabilen bir şey bir taraftan

M.K: Bir de performatif bir şey. Çünkü önemli bir denge unsuru var. Bu denge dolabın düşme süresinin uzatılması, işte kapağının dengede durması vs.

F.S: Yani dolabın ayağından tut, kontrplağın yamuk olmasına kadar her şey değişiyor. Atina’da – belki 10 yıl oluyor- oynadığımızda dolabın tekerleğinin bir tanesi gösteri esnasında yuvarlanarak gitti. Oyun sırasında Mustafa’yla birbirimize baktık ne yapıcaz diye. Ters çevirdik, başaşağı oynadık, üç ayak yukarıda. Böyle versiyonlar oluyor işte. Oyun koreografik olarak aynı ama onu canlı kılan işte dolabın kendi fiziksel özelliği. Çünkü bozulan, şu an kullanılmayan ama nihayetinde bir makina olarak tasarlanmış bir obje. O yüzden kendine ait bir biçimi var. Bir kere öyle bir çözüm bulduk. O artık bir şekilde, o an karar verdiğimiz bir şeye dönüşüyor.

M.K: Bazen dolap kendi başına başka bir yere düştüğü zaman koreografinin dışına çıkıyoruz zaten. Form aynı form ama yazılım o gün için değişmiş oluyor. Canlı bir unsur katıyor. Ana çatıyı bozmuyoruz tabii ama böyle ufak tefek kaymalar oluyor; o da canlılık getiriyor aslında, iyi oluyor.

Peki önce kimin başlayacağına nasıl karar veriyorsunuz böyle durumlarda?

F:S: Dolap düşerse ya da durursa ortada, o zaman ben kalkmıyorum. Mustafa alıp başlatıyor. Çünkü ikimiz de kalkarsak bu sefer kim yatacak, kim atacak belli değil. Bu kendi içimizdeki işaretlerden biri.

M.K: Yani dolap sınırın çok dışına çıktıysa, seyirciye çok yaklaştıysa müdahale edelim, içeriye alalım durumu olduğunda kim yakınsa o yapıyor. Yani bütün alanı kullanmaya çalışıyoruz. Çok direkt kurallarımız yok aslında. Yani bir tek, ben başlatmış oluyorum. Böyle bir kararımız var. İşte tüm mekanı kullanma ilkemiz var. Bir de herhangi bir yerde koreografinin dışına çıktıysak iki adım geriden bir daha başlatıyoruz aynı şeyi.

Bir yanda 15 senelik bir iş, bir de Mart sonu Nisan başında sergileyeceğiniz yeni işiniz ‘We Need to Move Urgently/ Acilen Hareket Etmemiz Lazım. Aralarında ne gibi farklar var? Biraz daha teatral olduğunu anladım yeni işinizin Dolap’a göre.

F.S: Son işe başlayalı aslında bir buçuk yılı buluyor. İki yıl mı oldu? Sanırım iki yıl oluyor. Orada bilim ve sanatın ilişkisini sorgulayalım vs. derken İstanbul’daki ilk prova günümüzde Gezi Olayları başladı. Biz de kendimizi dışarı attık stüdyodan. Aslında o dönem birlikte bir metot üzerine çalışıyorduk. Öte yandan dışarıda da olmak istiyoruz, olayların içinde olmak istiyoruz. O zaman da Taksim’deki meydanda bunları irdeleyelim dedik. Listelemeler vs. filan. Sonra işte iş oraya döndü, yani sosyal hareketlenmeye. İlk olarak bir kaynağın bileşenlerini incelemek istemiştik. Mesela bir kitabı, filmi, vs. alıp nasıl oyuna dönüştürürüz diye bilimsel bir inceleme yapalım, bu da bizim oyunumuz olsun diye düşünürken bu ayaklanma-işgal projenin kaynağı oldu. Onu da projeye dönüştürdük.

M.K: Ama sonra şunu da düşündük. Bunu yurtdışında da oynuyoruz, tamamıyla Taksim’i anlatan bir hikaye olmasın dedik. Biten bir olay değil Gezi Olayı, hala da sürüyor. Bir şeye bağlı kalıp tek bir şey anlatmamaya karar verdik. Genel anlamda direniş bedeni, direnen beden vb. bir takım tarifler de bulmaya çalıştık. Ve direniş aynı zamanda Amerika’da da oluyor, Kuzey Afrika’da da oluyor, Türkiye’de de oluyor. Yani sadece Gezi odaklı bir şey olmasın istedik ama malzeme toplarken Filiz’in söylediği gibi Listing, Translation, Zoom in/out diye adlandırdığımız dramaturjik araçları kullandık Taksim’de. Yani oradan malzeme devşirmiş olduk. Ama sadece Gezi’ye özel bir şey olmasın diye de ayıklamaya çalıştık.

1-11

Peki nasıl işliyor bu araçlar?

M.K: Aslında zoom in/ out fiziksel bir şey, bir kaynağa yönelik bir şey. Ama translation, yani çeviriyi de kullandık. Bir şey bir şeye nasıl tercüme ediliyor ona baktık.

F.S: Zhana İvanova ve Pieter T’Jonck diye iki sanatçı vardı. Onlarla yapacaktık. Sonra Gezi Olayları olunca can güvenliği kaygısıyla vazgeçtiler. Zhana İvanova ile başladık bu listeleme işine. Bir haritaya neler dahil neler değil gibi onun çalıştığı bazı şeyler vardı. Mesela bir yatakta elimle ulaşabileceğim objelerin listesi ya da şu ana kadar gitmediğim yerlerin listesi vb. Videolar, slaytlar vs. yapan bir görsel sanatçı. Onunla başladık listeleme fikrine. Sonra değiştirdik işte, başka bir şeye dönüştürdük.

O zaman Dolap’tan başladık ve We Need to Move Urgently’e kadar geldik. Yani Dolap’ın bu son işe göre daha soyut, yeni işin de daha metin bazlı, daha kavramsal ve görsel sanatlarla işbirliği içinde bir niteliği var diyebilir miyiz?

F.S: Mustafa We Need to Move Urgently‘e başladığımızda söylemişti bunu aslında; direnç mekanları, direnen bedenler diye. Biz işte klasik tiyatronun direncini sorgularken boş, çıplaklaştırılmış bir alan yaratalım diye karar verdik. O direnci sınırlarsak, bütün herşeyi kaldırırsak, soyarsak ne olur diye düşündük. Şimdi klasik tiyatro sahnesinde ne varsa perde, ışık, fondaki kablolar, ıvır zıvır, kutular hepsini seyirci tarafına, koltuklara koyuyoruz. O yüzden seyirci depo gibi bir yerden izliyor. Ve sahne olarak baktıkları yer çıplak. Işık yok tavanda, ışıkları olduğu gibi seyircinin tepesine koyuyoruz. Perdeler, vs. herşeyi o tarafa aktarıyoruz ki bu çok dolu alandan, boşaltılmış bir mekanın direncine bakıyoruz. O yüzden her sahne de farklı oluyor. Biz yavaş yavaş o alanı işgal ediyoruz.

M.K: Bu oyunda Portekizli bir arkadaş, Vanya Rovisco var. Filiz, ben ve o üç kişiyiz. Oyunu Berlin’de oynarken Fransa’dan bizim bütün işleri bilen Claire Verlet -şu sıralar tiyatro Theatre de Ville’in başında- Paris’te… Bize çok destek olmuştu zamanında. O dedi ki işin içerisinde kısmen sizin eski işlerinize referans veren yerler var bu son oyunda da. Aslında başından beri yaptığımız işlerdeki unsurlar buralara kadar akıyor. Bu hem korelasyonun getirmiş olduğu genişleme, hem kendi zihinlerimizdeki evrilme ve süreci kapsıyor. Son zamanlarda konsept yoğunluklu işlerde hala fizikselliği belirgin, bizim mimar-mühendis olarak dahil olduğumuz bakış açıları var… Ya da işçi bedeni diye kullanmış olduğumuz formun izlerini görebiliyoruz ama artık o ilk başlangıçtaki gibi değil. Daha başka bir şeye evrildi. Metin var, objeler var filan. Daha tiyatroya doğru biraz kaydı, özellikle son işte.

F.S: Claire’in söylediği bir şey var. Paris’te bu işi oynarken biz Poetry ve Reality (Şiir ve Gerçeklik) arasında güzel bir ilişki kurmuşsunuz dedi. Aslında işte metni de biraz o şekilde kullanmaya çalışıyoruz.

M.K: İşte metin de bu araçlardan zoom in/out, translation ya da listelemeden çıkıyor. Bu araçlar kendi yazmış olduğumuz metinlere dönüştü ve bunu işimizde kullandık.

F.S: Üç kelime söyleyeyim belki araçların nasıl çalıştığı oradan çıkar. Black- Night- Death.

Black kaynak, Death onun translation’ı (çevirisi), Night da onun zoom in’i.

M.K: Zoom-out’u. (Gülüşmeler)

F.S: Böyle bir sürü metin var kullandığımız.

M.K: Black sözcüğünden Night’a direkt ulaşabiliyorsun ama Death daha çevrilmiş bir şey. Bunlar kendi aramızda oynadığımız küçük oyunlar aslında.

F.S: Metin için yarattığımız oyunlar.

M.K: Bizim oyunun metnini yazmamıza yardımcı olan şeyler. Onun dışında bir ehemmiyeti yok.

Bunlar hareket için başlangıç noktaları gibi ve devamı bir tür emprovizasyon gibi mi?

M.K: Evet.

F.S: Yok yok. Metni bu şekilde oyunun içinde kullanıyoruz. Yazıyoruz, etiketler var, vs. Yani görsel ve işitsel olarak metin var ve bu şekilde ortaya çıkıyor. Belki oyunda izlenince biraz daha iyi anlaşılıyordur.

1-23

Dolap ve bu yeni iş başka hangi açılardan farklı, birinin daha soyut diğerinin daha metin bazlı olması dışında?

F.S: Aslında arada kaç oyun var. Dolap‘tan sonra Sek Sek, Solum, Graft, Dokuman, Site, İp, Eski Yeni, 600 Steps, ondan sonra bu oyun. Arada altı yedi oyun daha var. Yani enikonu bir dönem geçirmişiz, nereden nereye devrilmişiz aslında… Bir de ekip olarak çalışıyoruz tabii ama burada üç kişiyiz. Çok kalabalık oyunlarda kendi durduğumuz yerden hayli uzaklaşıyoruz. Ama burada daha yakınız galiba. İkisinin arasında bir yerdeyiz diyebilirim.

Yani sizin daha kalabalık gruplar ve ikinizin yaptığı oyunlarla kıyaslandığında bu oyun (We Need to Move Urgently) daha arada bir iş demek istiyorsun yani.

F.S: Evet.

M.K: Dolap oyunu biz Avrupa’da gösteriler yapmaya başlamadan önce, daha İstanbul’dayken çıkan bir oyun. Daha biz dışarıya hiç bulaşmamış ya da ulaşmamışken, İstanbul’da kendi çevremiz içinde yapmış olduğumuz bir oyun. Son oyun da artık bir sürü Avrupa macerasından sonra ortaya çıkan bir oyun. Bu da önemli bir fark. Bu aslında bir yandan zenginleştiriyor bizi. Bir sürü şeyle tanışmış oluyoruz, bir sürü şey oyunun içine girmiş oluyor. Öte yandan da o orijini tutmaya çalışıyoruz. Çünkü o orijini de bir süre sonra kaybediyorsun, öyle bir negatif tarafı da var. Bu çok doğal, çok normal bir süreç. Bu son oyunda bir işbirliğinin sonucunda ortaya çıkmış olmasının getirdiği farklılıklar, orijinden uzaklaşma durumu var. Galiba ilk işlerimiz daha deneyseldi ama son işlerimiz daha kavramsal işler olmaya başladı. İlk işler daha deneydi bizim için, daha laboratuar işleriydi. Burada artık o laboratuardan edindiğimiz deneyimi daha kavramsal bir zemine oturtmaya çalışıyoruz gibi. Ama hala o laboratuar lezzetini de korumaya çalışıyoruz. Tabii ki o deneme kısmı her zaman var. İlk işlerde metin kullanımı yoktu, yani ses kullanıyorduk vs. ama ses bir anlam içermiyordu. Sesi bir blok olarak, enstalasyon olarak kullanıyorduk. Burada anlam, metin kullanmaya başladık.

F.S: Bir haber daha vereyim. Atina’da Onasis Center diye büyük bir vakıf var, kültür merkezi. Onlar X Apartment diye bir proje yapıyorlar. Bizi de ona davet ettiler. Kentsel dönüşüm geçiren mahallelerdeki apartmanlara sanatçıları çağırıyorlar; enstelasyon, ses ve performans sanatçılarını. Oraya da yeni bir şey yapacağız. Mart’ta oraya gidip Mayıs’ta bir gösteri yapacağız. Kısa bir şey olacak ama bunu da söylemiş olalım.

Son soru. Filiz sen Eskişehir’desin, Mustafa sen de burada, İstanbul’da. Nasıl çalışıyorsunuz?

F.S: Ben “ya sen gel ya ben geleyim diyorum,” idare ediyoruz. Zaten eskiden de İstanbul’da stüdyoda değil yurtdışındaki projelerde buluşurduk. Şimdi yine o şekilde devam ediyor. Yeni yaşam şekilleri, hayat, aile, vs. yeni çalışma şekillerini getiriyor.

M.K: Bu son işin provalarını bir hafta Türkiye’de yaklaşık yedi sekiz hafta yurtdışında çalışarak yaptık. Ama tabii Filiz İstanbul’dayken birlikte yaklaşık sekiz dokuz sene boyunca bir stüdyomuz vardı. Onu dağıtmak durumunda kaldık. Kendi mekanının olmaması da iyi bir duygu değil.

1Dulcinea, 1997 ve 2007 yılları arasında Beyoğlu Meşelik Sokakta bulunan bir cafe-restaurant idi. Alt katı bir kültür-sanat merkezi olarak hizmet veriyordu. Bugünkü adı Hayal Sahnesi.

21988 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İ.B.Ş.T.) bünyesinde kurulan Tiyatro Araştırma Laboratuarı (TAL)’nın genelde amacı, tiyatroyu var eden (Oyuncu, yazar, yönetmen, besteci, çevre düzenleyicisi, kostümcü, ışık uzmanı, teknik elemanlar ve seyirci) gibi değişik öğeler arasındaki yaratıcı ilişki ve dengeyi, bilim, düşün ve sanat dallarındaki gelişmelerin ışığında araştırmak ve denemektir. Kaynak: http://www.tal.org.tr/tarihce.htm

No comments yet

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: