“Performans, Beden ve Kamusal Alan: Duranadamın Açtığı Perspektifler” – Fransız Kültür Merkezi (27 Ocak 2014)
Gurur Ertem
Gezi Direnişi ve Bedenin Siyaseti: Bir Dansçı Hareketsizleştiğinde Tarihe Dikkat Kesilin[1]
Bu buluşmayı mümkün kılan kişilere, kurum, oluşum ve durumlara teşekkür ediyorum. Gezi olaylarında hayatını kaybedenleri, yaralananları saygıyla anıyorum. Gezi’yi mevcut post-siyasal düzenin sarsılışının başlangıcı ve her türlü karşı görüşü ve muhalefeti bastıran, kriminalize eden, yok sayan ve değersizleştiren; siyaseti çoğunluğun iktidarı ve hemfikirlik olarak gören; neo-liberal, ataerkil, çoğunlukçu bir anlayış ortamında siyasal olanın yeniden doğuşu olarak görüyorum.
Burada buluşmamızın konusuyla ilgili üç pencere açmak istiyorum.
1) Beden ve protesto
2) Gezi’nin dansı: düşme ve kalkma
3) Durağan-eylem
Beden ve Protesto
Bedenin bir protesto aracı ve mesajı olduğu ve önemli siyasal sonuçlara yol açtığı pek çok radikal örnek var. Bunların ilk kez 1970’lerin başında bir şemsiye kategori olarak ortaya sürülen performans sanatı kavramıyla karşılaştırılmasını çok sorunlu buluyorum. Beden, protesto, kamusal alanda sanat gibi konulardan bahsederken çok iddialı cümleler kurmadan önce aklımızın bir köşesinde bulunmalarında fayda var diye düşünüyorum. Bu eylemlerden akla ilk gelenlerden biri, 11 Haziran 1963’te, kendini meditasyon halindeyken ateşe veren Budist Rahip Thich Quang Duc. Güney Vietnam’daki faşizmin (o dönem Amerikan destekli Diem yönetiminin) özellikle Budistler üzerindeki baskısını protesto etmek için yaptığı bir eylemdi bu. Bu eylemin videosu internette mevcut ve fotoğrafı çeken foto-muhabirin Pulitzer Ödülü aldığını biliyoruz. Onu izleyen pek çok Budist Rahip daha kendini yakmıştır. Yakın zamanlarda da bir çok Tibetli rahip de Çin’in politikalarını protesto etmek için yakmıştır.
Mayıs 2003’te İran’lı Kürt mülteci şair Abbas Amini, mülteci haklarına ve ülkesindeki insan hakları ihlallerine dikkat çekmek ve nasıl sessizleştirildiğini anlatmak için gözlerini ve dudaklarını dikmiştir.
17 Aralık 2011’de Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Bouzazi, hükümetin yolsuzluklarını ve yozlaşmış sistemi protesto etmek için kendini yakmıştır ve bu Arap ayaklanmalarını harekete geçiren son damla olmuştur. Avrupa’da ekonomik krizi proteso etmek için de başta Bulgaristan ve Yunanistan’da olmak üzere ismi belli olan ve olmayan bir çok insan kendini yakmıştır.
21 Şubat 2011’de Faslı bir kadın, Fadwa Laroui, bekar bir anne olduğu için kendine sosyal konut verilmemesini protesto etmek için kendini yakmıştır –ki bu medyaya diğer örnekler gibi yansımamıştır bile.
5 Nisan 2012’de Yunanistan’da parlamento binasının önündeki meydanda 77 yaşında emekli bir adam bu güvencesiz koşullarda artık hayatta kalamayacağı notunu bırakarak intihar etmiştir.
Açlık grevleri, ölüm oruçları ve daha pek çok örnek sıralayabilir, kimin hayatının değerli olduğunun, kimin arkasından ağlanabileceğinin siyasal mekanizmalar ve söylemler tarafından nasıl belirlendiğini konuşabiliriz.
Gezi’nin Dansı
Gezi’de özgürleşen beden eylemlerin hem aracı hem de mesajı haline geldi. Semazenlerden ilham alan gaz maskeli bir dansçı muhtelif yerlerde ve kılıklarda sema dönerken diğerleri halay çekmek ve horon tepmek için çember kurdular. Bazıları herkese açık yoga seansları düzenlerken başka bir grup da tango yapıyordu. Break dansçı bir genç bir tomanın önünde ay yürüyüşü yaparken futbol taraftarları zıplayarak “biber gazı oley!” şarkısını söyledi. Sanatla sanat olmayan, icracıyla seyirci arasındaki fark bulanıklaştı. Daha doğrusu bu ayrımlar hükümsüzleşti. Mihail Bahtin’in karnaval düşüncesi ışığında bakıldığında, Gezi eylemleri bir değişme, dönüşme ve yenilenme şenliğiydi; hâlihazırda geçerli olan hakikatten ve düzenden, hiyerarşik zümre ve ayrıcalıklardan özgürleşmeyi kutluyordu.
31 Mayıs sabahı, Lobna Al Lamii polisin attığı bir gaz bombası kapsülüyle başından yaralandı; 24 gün yoğun bakımda kaldı; birçok beyin ameliyatı geçirdi; konuşma yetisini kaybetti ve kısmi felç oldu. Sonradan Lobna’nın bir dansçı olduğunu okuduğumda çok etkilendim. Bir dansçının hareketsizleşerek yere düştüğü an insanlar baskıya karşı ayaklanmıştı.
15 Haziran’da Gezi kampı vahşice dağıtıldıktan sonra “ayağa kalkan” kişilerden birinin, başka bir dansçı olması belki de çok şaşırtıcı değil. Dansçı ve koreograf Erdem Gündüz 17 Haziran’da yaptığı “durağan-eylem”le kaybedilen çoşku ve umudu canlandırdı, eylemleri farklı bir yoğunluğa taşıyarak direnişe yeniden hareket kazandırdı. Dolaysız, önceden planlanmamış ve koreografisi yapılmamış bir dürtüyle; doğru yerde doğru zamanda tam sekiz saat boyunca terkedilmiş Atatürk Kültür Merkezi’nde bakarak sessizce durdu. Birkaç saat içinde görüntülerin sosyal medyada hızla dolaşıma girmesi ve eylemin erişilebilir gücü sayesinde, durma eylemleri Türkiye’nin her yanına ve ötesine yayıldı. Hareketsiz bir şekilde durmak ve durmaya devam etmek diğer tüm olasılıklar devlet şiddetiyle bastırıldığı zaman yapılabilecek tek şeydi.
Gezi direnişi ve takip eden olaylar benim için kırılganlıkla dirençlilik arasında salınan, bir düşüş ve ayağa kalkış olarak dans imgesinde özetlenebilir. 1930’larda Amerikalı koreograf Doris Humphrey “düşüş ve kalkış” olarak dans anlayışını geliştirmişti.
Bu arada, düşme ve kalmayı, yataylığı ve dikeyliği, biri diğerinden daha değerli olan bir ikilik olarak değil, bir devamlılık olarak görüyorum. Lobna’nın ve birçoklarının düşmesi ve Erdem’in durağan eylemi Gezi’yi oluşturan zincirlerin halkalarıdır. Dans dediğimiz şey de bunların her ikisi ve aralarında olup biten her şeydir.
20. yüyzılın başlarında, modern dans balenin dikeyliğine ve lineerliğine karşı durdu ve yeri, yerçekimini kucakladı. Post-modern dans, fiziksel tiyatro, somatik zihin-beden odakli çalışmalar düşmenin hayatın ve sanatın gerekli ve kaçınılmaz bir parçası olarak görürler. Çağdaş dans ve koreografide de dansçılarla yer arasındaki ilişki, kendini bırakma sıklıkla incelenir. Belki bazılarımız David Zambrano’nun alçaktan uçmak denen ve neredeyse tamamı yerde geçen çok hareketli dans derslerini almışızdır.
Durağan eylem
Aslında, duranadamın eylemindeki yoğunluğun, dikeyliğinden çok durağanlığının kuvveti olduğunu düşünüyorum. O gün dans kuramcısı Andre Lepecki’nin durağan eylem kavramı üzerine düşündüklerini ve yazdıklarını hatırlamıştım.
Lepecki durağanlığın batı dansına nasıl dahil edildiğini ve nasıl dansın “öteki”si konumundan yaratıcı bir güç olarak dansın temel itkisi haline dönüştüğünü analiz eder. Antropolog Nadia Seremetakis’in “durağan-eylem” kavramını zekice yorumlar. Lepecki şöyle yazar, “durağan-eylemler öznenin –zamansallığın akışını fiziksel bir şekilde kesintiye uğratarak– ‘tarihsel tozu’ sorguladığı donma ve yakalanma anlarıdır. Şimdinin akışına karşı, tarihselliğin maddesel kültüründe; temel tarihsel yaratım için gerekli olan algısal kapasiteye işaret eden bütün o nesneler, mekânlar, jestler ve hikâyelerde bir durağanlık vardır. Durağanlık, gömülü, atılmış ve unutulmuş olanın toplumsal yüzeyine hayatı besleyen oksijen gibi sızdığı andır. Tarihsel tozdan çıkış anıdır.”
Taksim Meydanı’ndaki tarihsel toz gerçekten de çok kalındır. Meydan, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinden itibaren uğrunda mücadele edilen bir simgesel alan olmuş, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Batı yanlısı modern ulus devlet imgesiyle inşa edilmiştir. AKP, karşı bir hamle olarak, Taksim’i kendi muhafazakâr, gelenekçi, yeni Osmanlıcı imgeleri temelinde yeniden inşa etmeye çalışmaktadır; Gezi eylemlerine yol açan ana nedenlerden biri de budur. Taksim Meydanı aynı zamanda işçi hareketleri ve toplumsal mücadelelerin, özellikle de akıllarda yer eden 1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı katliamının, gerçekleştiği alandır.
Daha fazla incelenmeyi hak eden bir konu da 1960’ların sivil haklar mücadeleleri ve Yeni Sol hareketlerinden sonra durağanlığın bir şekilde dansa ait olduğunun ve hatta en en uygun dans olduğunun öne sürülmesidir. Steve Paxton “küçük danslar” ve “ayakta danslar” adını verdiği danslar yarattı; durağanlığın hareketsizlik, yami ölüm olmadığını, mikro-hareketlerin farklı bir şekilde düzenlenmesi ve dikkate alınması demek olduğunu açıklığa kavuşturdu. Dahası, Paxton kontak doğaçlamada release (serbest bırakma) tekniği gibi 1960’larda bazı fiziksel müdahalelerde ve barışçıl eylemlerde başvurulan teknikleri ve tavırları kullandı. Boykotlar, oturma eylemleri, özgürlük sürüşleri, vs. O dönemde barışçıl protesto atölye çalışmaları ve Direk Eylem kılavuzları hayli yaygındı. Mesela, A Manual for Direct Action: Strategy and Tactics for Civil Rights and All Other Nonviolent Protest Movements, diye bir kitap var. 1965’te yayımlanmış. Yazarları Martin Oppenheimer ve Georg Lakey, eylemcilerin şiddete maruz kalmaları durumunda kendilerini tamamen serbest bırakmalarını, düşmelerini ve yuvarlanmalarını önerir. Kılavuz’da önerilen bir çok teknik daha dansçların iyi bildiği release tekniğini andırır.
1960larda, Judson Dans Tiyatrosu olarak bilinen bir grup sanatçı gündelik hareketleri, yürümek, koşmak, durmak gibi olağan eylemleri araştırıyorlardı fakat 1970lerin başında, Steve Paxton öncülüğündeki kontak doğaçlama çalışmalarıyla düşmek, ayakta durmak, durağanlık ciddi bir biçimde çalışılmaya başlandı.
1972 yılının Ocak ayında, Steve Paxton ve onbir öğrencisi Oberlin Üniversitesi’nin spor salonunda Magnesium adındaki Kontak Doğaçlama’nın başlangıcı sayılan bir performans yaptı. Başlangıçta oldukça dinamik ve belki de aşırı hareketli bu performansın sonunda, Steve Paxton’ın geliştirdiği bir egzersiz olan ve ‘Küçük Dans’ olarak da bilinen ‘Ayakta Durma’ icra edildi. Bu egzersizde insanlar ayakta durur ve tüm kaslarını gevşek bırakır. Kendilerini kassal değil de iskeletsel bir şekilde taşırlar yani ekstra bir efor sarf etmezler. Bu durağanlıkta bir çok mikro hareket olduğu yaşanır, hissedilir. İsterseniz konuşmanın sonunda deneriz. John Cage’in sessizliğin müzik için ne olduğunu keşfine benzer bu. Durağanlıkta bir çok arka plan hareket vardır. İnsan kendini sürekli ayarlar, yerçekimine, değişen algılara, dengeye. Durabilmek için çok fazla hareket ederiz.
John Cage demişken, bağlantı aslında oldukça direk. Judson Dans Tiyatrosu olarak bilinen ve aralarında Steve Paxton’ın da bulunduğu kolektif, John Cage’in öğrencilerinden Robert Dunn’ın Merce Cunningham stüdyosunda verdiği kompozisyon derslerinde tanışmıştır. Cage ve Robert Dunn diyince de Zen Budism bağlantısına değinmemek de olmaz. Budizmle başladım, Budizmle bitireyim bari. 1960larda pek çok sanatçı Zen Budismin temel değerlerinden etkilenmişti. Gündelik, olağan olana dikkat etmek, enerji akışı, gündelik hayatın ritüelleri ve aslında bu kanıksadıklarımızın ne kadar kurgulu olduğunu farketmek.
Durağanlık tabii ki yalnızca bir taktik ya da teknik değil dansta ve protestoda. İnsanların, paranın aşırı hareketli olduğu, dünyanın sıvılaştığı, kent ortamının başdöndürücü bir hızla dönüşüm ve talan edildiği bir durumda aynı zamanda çok açık ve net bir red etme. Kamusal alanda kalmaya, bunda ısrar etmeye tekabül ediyor. Verdiği siyasal mesaj eylemin ta kendisi yani.
[1] Bu konuşma, 27 Ocak 2014 tarihinde İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde yapılan “Performans, Beden ve Kamusal Alan: Duranadam’ın açtığı perspektifler” başlıklı toplantıda sunuldu. “Gezi Uprising and Corporeal Politics: Watch out history when a dancer goes still!” adlı metinden uyarlandı.
Metnin tamamı için:
https://idansblog.org/2014/02/01/gezi-uprising-and-corporeal-politics-dancers-still-acts1/
Türkçesi için:
Daha farklı ve kısa bir versiyonu Almanca olarak Theater der Zeit dergisinin Kasım 2013 sayısında Tanzquartier’in SCORES Yayınlar Projesi’yle ortak olarak yayımlandı.
http://www.tqw.at/sites/default/files/TQW-Scores_Supplement1113_TdZ-Web.pdf