Stefan Kaegi ile Radyo Müezzin’in İstanbul sürümü…

Aydın Silier & Gurur Ertem
6. iDANS Uluslararası Çağdaş Dans ve Tiyatro Festivali “belgesel tiyatronun” en ilginç örneklerinden birini davet etti. Dünyanın dört bir tarafındaki gerçek olaylardan yola çıkarak, yoğun bir keşif ve araştırma süreciyle hazırladıkları eserlerle tanınan Berlinli tiyatro topluluğu Rimini Protokoll’un Mısır’ın başkenti Kahire’de müezzinlerle birlikte gerçekleştirdikleri çalışmaları Radyo Müezzin, 4 ve 5 Ekim tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde sahnelendi.
Radyo Müezzin‘in çıkış noktasını Hosni Mubarak döneminde Mısırlı devlet yetkililerinin ezanın tek bir merkezden okunmasını ve radyo aracılığıyla tüm camilere yayınlanmasını öngören planı oluşturuyor. Bir yandan siyasi baskı ortamında ve teknoloji çağında ezanın dönüşümü gündeme taşınırken, öte yandan tiyatro sahnesi, müezzinlerin anlattıkları hikâyeler, söyledikleri ezan nameleri ve video görüntüleriyle, “oyunun kahramanlarının” doğrudan ve özgürce seyirciyle iletişime geçtiği bir alana dönüşüyor. Arap Baharı ve Mısır’daki son gelişmeler de oyuna yansıyor.Rimini Protokoll, sahneye aktörleri değil gerçek insanları koyan bir yönetmenler kolektifi. Bu oyunda sahne alanlar ise, her gün Kahireli müminleri ibadete çağıran Mısırlı müezzinler. Tiyatronun yönetmeni Stefan Kaegi hazırlık sürecinde Kahire’de camiden camiye dolaşmış 40’dan fazla imam ve müezzinle konuşmuş bilgi almış. Kahire’de üç ay süren araştırmalar ve provalardan sonra 2009’da Berlin’de ilk-gösterimini yapan oyunda, dört Mısırlı müezzin Avrupa kamuoyunda genellikle tek bir boyuta ve düşmana indirgenen dini bir kültürün bireysel temsilcileri olarak, parçası oldukları geleneğin çok-yönlülüğünü ortaya koyuyorlar. Ezan vakti geldiğinde, “bin caminin kenti” olarak anılan Kahire’nin semalarında oluşan, namelerin birbirine karıştığı ses örtüsü ne kadar ahenkliyse, oyunun kahramanları olan hakiki müezzinlerin ulvi görevlerini seçmelerine yol açan tesadüfler ve kişisel kararlar da bir o kadar çeşitli.
“Gerçekliğin üzerindeki örtüyü kaldırarak onu bütün yönleriyle sıradışı perspektiflerden sergilemeyi amaçladığını” söyleyen Rimini Protokoll’un bu oyunu yıllardır, Avignon Festivali gibi birçok önemli uluslararası tiyatro festivalinde sunulmuştu. Avrupa’da birçok tiyatro seyircisinin ezan sesine yakınlaşmasını sağlayan Radyo Müezzin iDANS Festivali kapsamında, Goethe Institut Istanbul ve İstanbul Büyükşehir Belediye’sinin desteğiyle ilk defa çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede gösterildi. Ancak, belgesel tiyatronun bu örneği Türkiyeli tiyatro-severler açısından da farklı bir çalışmaydı… Çok sayıda insan müezzinlere ve onların yaşamlarına bu kadar yakın olma imkânı buldu.
Merkezi ezan uygulaması Türkiye’de de 28 Şubat darbesinden sonra uygulamaya konulmuştu. Ak Parti hükümeti tarafından kademeli olarak kaldırılmaya çalışılmakla birlikte bazı illerde ezan hâlâ merkezi sistemle okunmaya devam ediyor. Merkezileşme, “tekseslileştirme” ve mekanikleşme süreçleriyle ilgili Türkiye’de de tartışılan konuları gündeme getiren Radyo Müezzin, Mısır Diyanet İşleri Bakanlığı’nın denetiminde gerçekleştirildi. iDANS Festivali’nin kurucu-yönetmenleri Aydın Silier ve Gurur Ertem, bu projeyle ilgili olarak yönetmen Stefan Kaegi ile söyleşti.
Gurur Ertem: Rimini Protokoll’le gerçekleştirdiğiniz projeler dâhil tüm projeleriniz, birer ‘şimdiki zaman tarihi’ ve ‘gündelik hayatın sosyolojisi’ girişimi olarak değerlendirilebilir. Alışılmış anlamda tiyatral parçalar değil bunlar; oyun karakterlerini değil, kendilerini canlandıran, daha net bir biçimde söylemek gerekirse, çağdaş kapitalizmin paradoksal etkilerinin şekillendirdiği küresel bir toplumun gündelik hayatında kendilerini canlandırmaya çalışan insanlarla karşılaştığımız projeler bunlar. Siz bir biçimde, çoğunlukla gazeteci veya akademisyenlerin uğraştığı meseleleri ele alıyorsunuz. Böylesi meselelerle sanatsal bir ortamda uğraşmanın avantajları nedir acaba? Çalışmalarınızı ne ölçüde toplumsal araştırma ve aktivizm ve ne ölçüde sanat olarak değerlendiriyorsunuz?
Stefan Kaegi: Okul bittikten sonra ilk iş olarak gazetecilik yaptım. Dünyayı anlamaya, toplumumuzun uzak veya görünmez kesimlerinden bahsetmeye yönelik bu ilgim, yapıtlarımda varlığını kısmen sürdürüyor. Ancak gazetede çalıştığım format ve zaman kısıtlamaları beni hiç memnun etmemişti. Bir makale yazmak için yalnızca üç saatim oluyordu ve bu makale daha sonra, asla karşılaşmadığım okurlarım tarafından ‘hakikat’ olarak algılanıyordu. Yani sanatım, gerçeklik hakkında konuşmak için yeni biçimler icat etmeye, tek taraflı bir bilgi/eğlence sunumu yerine, karşılıklı iletişimi mümkün kılan alanları örgütlemeye yöneldi. Tiyatro, insanları bir araya getirebilir.
G.E. : Yapıtlarınızdan bazıları, Call Cutta in Box’da olduğu gibi, çağdaş kapitalizmin yerel ve küresel, mesafe ve yakınlık arasındaki karmaşık dansıyla ilgileniyor. O yapıtınızın meselesi, hizmet sektöründeki taşeronlaşmaydı – uzakta yer alan, uzak bir mesafeden tanıdıklık ve yakınlık etkisi yaratan bir çağrı merkezine odaklanıyordu. Sizin de, yapıtınızın yaratıcılık sürecini dış kaynaklara devrettiğiniz ve tek-merkezli olmaktan çıkardığınız söylenemez mi?
S.K. : Daha önce hiç sahneye çıkmamış insanların hayatlarındaki ilginç hikâyelerin izini sürmeye çalıştığınızda, o kişinin temsilini onunla birlikte çalışarak yapmanız gerekir. Evet, benim kahramanlarım bizim inşa ettiğimiz haliyle kendi portrelerinin ortak-yaratıcılarıdır ancak aynı zamanda hayatlarını yansıtmakla kalmayan, bunun ötesine geçen daha büyük bir resmin parçalarıdır.
G.E. : Yukarıdakiyle bağlantılı bir sorum daha var: ortak-yaratıcılar olarak veya buna isterseniz ortak-yazarlar diyelim, bu şekilde çalışırken, kendi yazarlık veya yazar işlevinizi resmin neresine yerleştiriyorsunuz? Sizin yaratıcı çalışmanızı oluşturan şey nedir?
S.K. : Yazarlık, benim çalışmalarımın yalnızca bir yönü. Ben aynı zamanda editörüm, yönetmenim, perde-arkası-yazarıyım, araştırmacıyım, idareciyim ve seyirciye sunduğum gösterinin direktörüyüm. Ve bu işler her zaman fazlasıyla işbirliğine dayalıdır.
G.E. : Birlikte çalışacağınız ‘uzmanları’ genelde nasıl seçersiniz? İstanbul’da sunduğunuz bu proje için müezzinleri nasıl seçtiniz? Onları projede yer almaya nasıl ikna ettiniz? Bu projelerin bir tür itiraflar sunumuna veya özel hayatların gösterileştiği bir etkinliğe dönüşmesine nasıl engel oluyorsunuz?
S.K. : Gerçekte bu konuda ‘genel’ bir yaklaşım yok. Örnek olarak, 100% London projesi için biz Londra’da yokken bir zincirleme reaksiyon süreciyle, yalnızca kadromuzla uyuşmasını istediğimiz şehrin istatistiklerine bakmak suretiyle, orada yaşayan 100 kişi bulduk. Ancak Radio Muezzin’deki performansçılarımdan çoğunu ben buldum, Kahire’de cami cami dolaştım, 40’tan fazla imam ve müezzinle konuştum. Bunlardan bazıları eski kamyon şoförleriydi, diğerleri ise yarı zamanlı çalışan öğretmenler. Bazıları son derece eğitimliydi; bazıları öylesine yoksuldu ki geceleri camide uyuyorlardı…
Onların tiyatro fikrine bu kadar açık olmaları beni çok şaşırttı – yeter ki bizi uydurmacadan uzak tut dediler…
G.E. : Tiyatroyu sizin için vazgeçilmez kılan şey nedir? Örneğin, (The Yes Men’de olduğu gibi) bir ‘bir sanatçı-eylemciler ajansı veya ağı’ değilsiniz siz, kendinizi Rimini Protokoll olarak, öncelikle bir tiyatro etiketiyle özdeşleştiriyor gibisiniz.
S.K. : Biz siyasi aktivistler değiliz. ‘Mesaj’ iletmiyoruz. Seyircimizi bizim fikrimizi paylaşmaya ikna etmeye çalışmıyoruz. Biz tiyatro yapıyoruz. (Klasik tiyatrocuların) tiyatrodaki rollerini önemsemesi gibi, biz de toplumsal rolleri önemsiyoruz ama aynı zamanda zamanlama, sesler, ışık ve temsile dair bir düşünme ortamı yaratmayı da önemsiyoruz. Tiyatro her zaman gerçekliği temsil etmeye çalışmıştır. Biz yalnızca bazı çağdaş stratejiler kullanıyor, siyasetle de alakalı sorularla ilgileniyoruz. Ancak nihayetinde seyircilerimizin beyinlerini ve duyularını harekete geçirmeye çalışan oldukça klasik bir tiyatro yapıyoruz.
G.E. : Çağdaş ‘Reality TV’ ile sizin ‘belgesel tiyatro’ veya ‘gerçeklik tiyatrosu’ anlayışınız arasındaki kesişim noktaları ve benzerlikler neler?
S.K. : Pek seyretmiyorum ama şöyle düşünüyorum: yaptıklarımız arasında hiçbir benzerlik yok. Televizyon, yetenekli olan ve şarkıcı, oyuncu, TV şahsiyeti haline gelmeyi isteyen yıldızlara rol vermeye çalışır. Biz ise söyleyecek bir şeyi olan, ilginç bir hayatı olmuş kişilere rol veriyoruz. Televizyon, aslında çok sıkıcı insanlarının, izlendiklerinin farkında olmadıkları “otantik” anlarını yakalamaya çalışır. Biz ise, performansçılarımızı aylar boyunca seyircilerle karşılaşacakları ana hazırlamaya çalışıyoruz, dürüst ama son derece inşa edilmiş bir karşılaşma yaşanıyor sonunda. Televizyon, sizi olan şeyin uzağında (‘tele’sinde) tutar. Biz insanları birbirlerine yaklaştırıyoruz. Yani bence Reality TV, bizim tiyatromuzda yaptığımız şeyin tam tersini yapıyor.
Aydın Silier: Radio Muezzin, Avrupa’da İslamofobi’nin yükselişte olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Parçanızın farklı inanç toplulukları arasındaki önyargıları engellemeye, diyalog yollarını açmaya yardımcı olduğunu düşünüyor musunuz?
S.K. : Kesin olan bir şey var, parçamız Batı Avrupalıları Kahire’deki dindar insanların gündelik hayatlarını daha iyi anlamaya yöneltti. Seyirciler, günlerinin büyük bölümünü bir camide geçiren ama bununla birlikte terörist olmayan insanlarla tanıştı. Bu çerçeve olmadan karşılaşamayacakları insanlarla özdeşleşme şansı yakaladılar. Ancak tiyatronun ‘dünyayı değiştirmesi’ imkânı hakkında oldukça gerçekçiyim: Zürih’teki performansımızdan iki ay sonra İsviçreliler bir referandumda İsviçre’de minare inşa edilmesini yasaklamak yönünde oy kullandılar…
A.S. : Müslüman bir çoğunluğun yaşadığı bir ülkede Radio Muezzin’i göstermenizin önemi nedir? Batı Avrupa’dakine kıyasla burada daha farkı tepkiler bekliyor musunuz?
S.K. : Saraybosna’da performans sırasında Müslüman seyircinin oyundan daha rahat bir şekilde zevk aldığını hissettim. Parçanın içine işlenmiş ironiyi daha iyi anlayabiliyorlardı. Türkiye toplumu çoğunlukla Müslüman olsa da, Mısır’ın gerçekliği İstanbul’dan çok farklıydı. Yani iDANS seyircisinin keşfedecekleri çok şey var.
A.S. : Sizin Kahire’li müezzinlerin hayatına ilgi duymanız gibi (sizin için yabancı bir ülke ve yabancı bir din), Mısırlı bir sanatçı da diyelim ki Almanya’daki bir Kilise’deki Papazların hayatları hakkında bir parça için araştırma yapmakla ilgilenir miydi sizce? Onun yaşadığı süreç hangi açılardan sizinkine benzer ya da farklı olurdu?
S.K. : Bence bu ilginç olurdu … Mısır’da Kıptilerin durumu da kolay değil bu günlerde. Rahiplerin sahnede ne kadar rahat edeceklerinden de emin değilim…
A.S. : Türkiye gibi bir ülkede kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan kesimler bazen siyasi alanda yenilik ve (demokratik) reformun aktif aktörü olabiliyorlar. Sanatlarda muhafazakarlık ve avangart arasındaki etkileşim nedir?
S.K. : Bu ikisi birbirlerinin kuyruğunu kovaladıkları için daire içinde dönüp duran iki kedi yavrusu gibidirler…
A.S. : Radio Muezzin’in basın dosyasında, oyunun “Mısır’daki sansür ve Arap Baharı” tarafından nasıl dönüşüme uğradığından bahsediyorsunuz. Öncelikle, Mısır’daki sansürle ilgili olarak, nasıl bir sansürle karşılaştığınızı sormayı istiyorum. Bu ‘Arap Baharı’ süreci boyunca nasıl bir evrim geçirdi?
S.K. : Oyunun provalarına Mübarek döneminde, Tahrir Meydanı’ndan yalnızca 100 metre ileride başladık. Müezzinler çoğunlukla bir şey söylemekten korkuyordu çünkü ortam eski Doğu Almanya’da olduğu gibiydi. Bizim çalıştığımız Goethe Enstitüsü’nün çevresi, gizli servis elemanlarıyla doluydu. Oyunun bahsettiği ezanın merkezileşmesi meselesi, Mübarek yönetimi sırasında iktidarın merkezileşmesinin bir metaforuydu aynı zamanda – ve bakanlıklar önümüze engeller çıkarmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ancak bir yabancı olarak, bizim yaptıklarımızı yaptıkları için hapse girebilecek olan Mısırlı sanatçılara kıyasla, sanırım biraz daha özgürdüm. Prömiyerden sonra, oyunu istediğimiz şekilde oynamamıza izin vermeleri için bakanlıkla epey mücadele etmemiz gerekti.
A.S. : Peki ‘Arap Baharı’na gelirsek, bu sizin ve Avrupalıların, oyunun konusunu, yani müezzinlerin hayatlarını algılayışınızı nasıl değiştirdi? Müezzinlerin yaşantılarını nasıl etkiledi ve oyunu nasıl dönüştürdü?
S.K. : Arap baharı beni çok mutlu etti. Ancak bu gösterilerin tam içinde olan sanatsal ekibimin başına bir şey gelmesinden korkuyordum sürekli olarak. Performansçılarımdan biri polis tarafından ayağından vuruldu. Ekibimdeki herkesin ölen insanlar arasından tanıdıkları vardı. Böylece Mısır tarihinin bu bölümünü de oyuna dâhil etmeye karar verdik. Metin büyümeye devam ediyor…
(İngilizce söyleşiyi Türkçe’ye çeviren: Kaya Genç)